Ekmek Bağımlılığı

EKMEK BAĞIMLILIĞI

Ekmek, bildiğimiz gibi glisemik indeksi yüksek olan besinler arasında yer alır. Bu nedenle de kan şekerini hızlı bir şekilde yükseltip düşürebildiğinden fazla miktarda tüketilmemesini tavsiye ediyoruz. Fakat ekmek bağımlılığı konusunda glisemik indeksten daha önemli bir şey var o da gliadin. Gliadin, ekmekte yüksek oranda bulunan gluteni oluşturan proteindir. Gliadinin sindirimi sırasında vücutta exorphin salgılanır. Exorphin, vücutta afyona benzer bir uyuşturucu madde etkisi yaratır. Bu madde kişinin tüketim sırasında fark edemeyeceği kadar az miktarda salgılansa da kan beyin bariyerini geçer ve opoid algılayıcılara ulaşır. Bu nedenle de merkezi sinir sistemini uyararak bağımlılığı başlatır.

Ekmek bağımlılığının vücutta oluşturduğu bir diğer önemli değişim ise insülin salgısıdır. Özellikle beyaz ekmek tüketiminden sonra kısa bir süre içinde vücutta açlık hormonu olarak da bilinen insülin salgılanır. Ekmeğin her gün tüketilmesi ve bağımlılık merkezinin uyarılması sonrasında ise kişide insülin direnci gelişebilir. Aynı zamanda ekmek tüketiminden sonra oluşan yüksek kan şekeri seviyeler açlık duyusunun tetiklenmesine yol açar. Bu nedenle ekmek tüketiminden sonra kan şekerinin dalgalanması sonucunda 3-4 saat içerisinde tekrardan açlık hissedilir. Ve bağımlılık merkezinin uyarılması nedeniyle de yapılacak olan ara öğünde genellikle karbonhidrat tercih edilir. Bu durum sonucunda da kişinin günlük olarak alması gereken protein ve yağ kaynaklarını karşılayabilmesi mümkün değildir.

Aynı zamanda gliadinin bağışıklık merkezinin savaştığı, antijenik bir proteindir. Bu nedenle de kişinin bağışıklık sistemi gliadini yok etmek adına çaba sarf eder. Protein yapılı olması ve ekmeğin ana bileşenlerini oluşturması nedeniyle de daha fazla besin elde etmek için, ekmekteki oranı günümüzde giderek artmaktadır. Artan gliadin oranı ile birlikte bağışıklık sisteminin savaşması zorlaşır ve bu durum da çölyak hastalığına zemin oluşturur. Aynı zamanda hazımsızlık, şişkinlik, dışkılama sorunları, sindirim sistemi problemleri, bağışıklık düşmesine bağlı mevsimsel hastalıklara yakalanma olasılığının artması gibi pek çok sağlık problemi de görülebilmektedir.

Peki ekmek bağımlılığını azaltmak için neler yapılabilir?

Öncelikli olarak tüketilen ekmeğin kalitesini arttırmak ilk aşamada yapılacak en kolay bağımlılık bırakma yöntemlerinden. Bu aşamada protein değeri yüksek, karbonhidrat değeri az olan ekmeklerin tercih edilmesi gerekir. Eğer ekmek yemeden kendini tok hissedemiyor ve ekmek tüketiminden sonra da canınız tekrardan karbonhidrat çekiyor ise de ekmek tüketiminizi sınırlamanız gerekir. Bağımlılık merkezinin uyarılmaması ve vücudun bu duruma alışması adına ekmeği bir süre hayatınızdan çıkarmalısınız. Bu süreçte ekmek grubundan alamadığınız B grubu vitaminlerini baklagillerden ve kuru yemişlerden karşılayabilirsiniz.

Melatonin Eksikliği

Melatonin nedir, ne işe yarar?

Karanlık hormonu olarak da bilinen melatonin, beynin epifiz bezinden üretilen ve uyku düzeni sağlayan bir hormondur. Diğer tüm hormon çeşitleri gibi melatonin hormonunun da asıl görevlerinden biri, vücut işleyişinin olağan şekilde devam etmesini sağlamaktır. Fakat melatonin hormonunda diğer bazı hormonlardan farklı olarak ışığın, hormon üretiminde büyük etkisi bulunur. Epifiz bezinden salgılanan melatonin hormonu, bu görevi pineolasit hücreleri sayesinde gerçekleştirir. Fakat bu hücreler ışığa yüksek oranda duyarlılardır ve ışık uyaranının beyne ulaşması halinde hormon üretimini keserler. Bu nedenle melatonin hormonunun salgılanması için en önemli etken, karanlık bir ortam ve doğru saat aralığıdır. Doğru saat aralığına bakıldığında, bu durumun kişiden kişiye değiştiği bilinmekle birlikte genellikle 23:00 ile 05:00 saatleri arasında salgılandığı biliniyor.

Melatonin hormonunun vücutta ne işe yaradığına baktığımızda karşımıza; bağışıklık sisteminin düzenlenmesi, iltihaplanmanın azaltılması, yağ hücrelerinin düzelmesi, kanser riskinin azaltılması ve tümör hücrelerinin büyümelerinin kısıtlanması gibi pek çok hayati görev karşımıza çıkar. Melatoninin bu görevlerine bakıldığında, uyku kalitemizin vücudumuz için ne kadar önemli olduğunu anlaşılmaktadır.

Melatonin takviyesi alınmalı mıdır?

Kişilerde düzenli ve iyi bir uyku uyunmadığı zamanlarda; konsantrasyon bozuklukları, dengesiz beslenme, kendini yorgun ve enerjisiz hissetme, depresyona yatkınlık, tansiyon rahatsızlıkları, vücut ödeminde ve kiloda artış, kilo kontrolünü sağlamada zorluk gibi pek çok olumsuz durum oluşabilir. Bu durumların önüne geçmek adına günlük 0,5 ile 10 mg arasında melatonin takviyesi tavsiye edilebilir. Bu sayede uyku düzeni sağlanarak, uykusuzluğun beden sağlığında meydana getirdiği olumsuz durumlar ortadan kaldırılabilir.

Özellikle bebekler için oldukça önemli olan melatonin hormonu, ilk 3 ay boyunca anne sütünden karşılanır. Bu nedenle annelerin melatonin hormon seviyelerine ekstra dikkat etmeleri gerekir. Anne sütünden bebeğe geçen melatonin hormonu en fazla akşam saatlerinde artar ve bu sayede bebeğin uykusuzluk, alerji, sancı gibi problemlerinin önüne geçer.

Hangi besinlerde melatonin bulunur?

Melatoninin salgılanması için triptofan isimli aminoaside ihtiyaç vardır. Dolayısıyla triptofan içeriği yüksek olan besinler, melatonin hormonunun salgılanmasına destek sağlarlar. Bu besinler arasında; kızılcık, deve dikeni, rezene, anason, vişne, papatya, fındık, badem, çilek, elma, portakal, böğürtlen, et ve balıkta yüksek oranda triptofan bulunur.

Melatonin hormonunun salgılanmasını desteklemek için öneriler

  • Melatoninin yüksek oranda salgılandığı 23:00ile 05:00 saatleri arasında derin uykuda olmaya özen gösterir.
  • Melatoninin salgılanmasını sağlamak adına gece lambası kullanmayın.
  • Mavi ışık, beyne hala gündüz olduğu sinyalini verdiğinden melatonin hormonunun salgılanmasını azaltabilir. Bu nedenle gece yatmadan önce telefon, televizyon, bilgisayar gibi mavi ışık yayan teknolojik aletlere maruz kalmamaya dikkat edin.
  • Uykusuzluk, depresyon, kaygı bozukluğu, halsizlik, ödem artışı gibi belirtileriniz olması halinde melatonin eksikliğiniz bulunmasına bağlı olarak destek almak adına bir uzmana başvurun.

SİBO

SİBO

SIBO (small ıntestine bacterial overgrowth), ince bağırsak içerisinde bakterilerin normalden fazla üremeleri anlamına gelir. İnce bağırsaklar, yediğimiz gıdaların ve besin takviyelerinin vücuda alınabilmesi adına en önemli organlarımızdan biri. Üstelik de bağışıklık sistemimizin en kilit parçalarından biri olduğu için burada gerçekleşen bakteri üremesi vücudumuz için kötü bir senaryo oluşmasına sebep olur. İnce bağırsakta üreyen bakteriler ile birlikte hem vücuda besin alınamaz hem de bağışıklık sisteminin zayıflaması ile birlikte hastalıklara zemin oluşturulmuş olur.

Peki SIBO nasıl oluşur?

Vücudumuzda karmaşık olarak nitelendirebileceğimiz bir flora dengesi vardır. Bu flora dengesi, organların işlevlerini sürdürebilmeleri adına uygun kimyada olmalıdır. Flora dengesinin sağlanmasında mide asidi, safra, enzimler gibi pek çok etken yer alır. Bu etkenlerden herhangi birinin sentezindeki bozukluk, çokluk ya da dengesizlik floranın bozulmasına yol açar. Bozulan flora ile birlikte ise vücut mekanizmalarında değişimler meydana gelir. SIBO’nun oluşumunda da floranın bozulması ile birlikte ince bağırsak mekanizmasının işlevini yerine getirememesi ve besin içeriklerinin kalın bağırsağa iletilememesi söz konusu olur. Bu durumda normal aralıkta olması gereken bakteriler için bir üreme zamanı ortaya çıkar ve bu boşlukta üreyen bakteriler ile birlikte SIBO ortaya çıkar.

İnce bağırsaklarda bulunan bakterilerin öncelikli görevi, karbonhidratların sindirilmelerini sağlamaktadır. SIBO’nun gelişimi ile birlikte artan bakteri oranına bağlı olarak karbonhidratlar daha hızlı bir şekilde sindirilerek yağ asitlerine dönüştürürler. Başta kötü bir durum gibi gözükmese de bu durum beraberinde gaz problemlerini ve ishali getirir. Aynı zamanda bakteriler; protein, B12, yağ asitleri, safra tuzları gibi vücudumuz için elzem oaln pek çok maddeyi de sindirirler. Tüm bu süreçler sonucunda kişilerde ilk olarak sindirim problemleri ortaya çıkar ve uzun vadede ise elzem maddelerin yoksunluğuna bağlı olarak vücudun yetersiz beslenme çığlıkları duyulur.

SIBO’nun ortaya çıktığı kişilerde görülen belli başlı belirtilere bakıldığında;

  • Kabızlık,
  • İshal,
  • Dışkılama sonrası devam eden rahatsızlık hisssi
  • Kilo alma / verme konusunda sıkıntı çekme
  • Gıdalara karşı fazla miktarda duyarlılık
  • Özellikle yemek sonrası oluşan gaz şikayetleri
  • Mide bulantısı ve karı şişliği ilk karşılaşılanlar arasında.

SIBO’nun nasıl tedavi edileceği kısmına gelecek olursak, öncelikli olarak tedavi sürecinde artan bakteri havuzuna yenilerini eklememek adına probiyotik alınmaması gerekir. Aynı zamanda bakterilerin sindirim sırasında sentezledikleri K vitamini nedeniyle, kullanılan D vitamininin de K2’siz forma olması gereklidir. Beslenme sırasında yemekleri iyice çiğnemek, mide asidini azalan ilaçların kullanımına dikkat etmek, az ve sık beslenmek tedavi sürecinde dikkat edilmesi gereken noktalardır.

Tedavinin ilk amacı bakterilerin çoğalmasını durdurmak olduğundan, bu duruma yol açan,başta süt ve süt ürünleri, alkol ve basit karbonhidrat kaynaklarından uzak durulmalıdır. Bu aşamada kendi vücudunuza ve hastalığınızın altında yatan nedene uygun bir beslenme planı oluşturmak adına bir beslenme uzmanı ile iletişime geçmeniz, sağlığınız için en iyi seçenek olacaktır.

Yo-Yo Sendromu

YO-YO SENDROMU

Özellikle 90’lı yılların meşhur oyuncaklarından biri olan yoyolar, 2000’li yıllarda ise beslenme konusundaki popülerliği ile ön plana çıkıyorlar. Kişilerin bir çeşit kilo alma-verme döngüsü içerisinde olmaları ile özetlenen yo-yo sendromu, genellikle yanlış diyet programlarının yapılması sonucu ortaya çıkıyor. Kişiler, kısa sürede hızlı bir kilo kaybı elde etmek; mezuniyet, düğün, doğum günü gibi özel günlerine yakın tarihlerde istedikleri ölçülere kavuşabilmek adına yanlış diyet programlarını tercih edebiliyorlar. 

Yo-yo sendromuna yol açabilecek beslenme programları; kişinin ihtiyacı olan kalori, yağ ve protein dengesini karşılamıyor. Kalori bakımından ihtiyaçları karşılamaya yetmeyen şok diyetler, kişiye kısa süre içerisinde kilo kaybı olarak geri dönse de ileriki süreçlerde tekrarda kilo alımı görülüyor. Bu durumun nedeni olarak ise vücudun aç bırakılması sonucu vücut işlevlerinin yerine getirilebilmesi için gerekli olan enerji azaltılmaya çalışılır ve bu durum sonucunda vücut kendini korumaya alır. Vücudun kendini korumaya aldığı bu durum doğrudan metabolik hız ile ilişkilidir. Metabolik hızın şok diyetler ile azaltılması, kişinin ileriki dönemlerde kilo verme oranını azaltır. Aynı zamanda metabolizma hızının düşmesi; kalp ritim bozuklukları, duygusal yeme atakları, kan şekeri dengesizlikleri gibi sağlık problemlerini de beraberinde getirebilir. 

Peki yo-yo sendromundan kurtulmak için neler yapılabilir?

Bir beslenme uzmanı ile görüşerek vücudunuzun ihtiyaçlarına uygun kalori, protein ve yağ dengesini içeren bir beslenme planını uygulayabilirsiniz. Bu planın kısa süreli olmadığını, diyetin bir yaşam şekli olarak sürdürülmesi gerektiğini bilmelisiniz.

Sağlıklı bir kilo kaybı sürecine girmekte en büyük destek araçlarından biri spordur. Düşen metabolik hızınızı yükseltmek ve kilo verme sürecinizi desteklemek adına sporu hayatınızın bir parçası haline getirebilirsiniz.

Vücudun çok büyük bir kısmı sudan oluştuğundan ve metabolizmanın işleyişinde suyun çok büyük bir önemi olduğundan yeteri kadar su içmeye özen gösterin.

kafein bağımlılığı

KAFEİN BAĞIMLILIĞI

Özellikle son bahar aylarında, hayat koşturmacaları başlarken kendimizi bir fincan kahveyle uyanırken ya da bir latteyle akşam yorgunluğunu atarken buluruz. Çoğumuz kafeinin rahatlatıcı ve keyiflendirici etkisinden yararlanmak için kendimizi sürekli kafein tüketirken bulurken bir yandan da kendimize ‘’Ne zaman zararlı olmaya başlıyor?’’ sorusunu sormaktan geri alamayız.

Kafein miktarının hangi aralıkta vücuda zararlı olmaya başladığı, kişiden kişiye değişiklik gösterebilir. Bazı kişilerde yüksek dozda kafein alımı bile vücutta fark edilebilir bir etki yaratmazken, kimilerinde en düşük doz çarpıntıya sebep olabilir. Bu nedenle araştırmalar, ortalama bir yetişkine göre endekslenmiş ve günlük 300 mg kafein tüketiminin normal kabul edildiği, 700 mg’ın üzerindeki kafein tüketiminin ise bağımlılığa sebep olduğu ispatlanmıştır. 700 mg kafeinin ise ortalama olarak 7-8 bardak çay ve 2-3 bardak kahveye denk geldiği söylenebilir. 

Healty Canada’nın yapmış olduğu araştırmaya göre günlük kafein alımının %60’ı kahve, %30’u çay ile alınıyor. Kalan %10’luk kısımda ise kola, alkol ve çikolata büyük bir yer kaplıyor. Fakat kafein alımı konusunda es geçilen en önemli noktalardan biri ilaçlar. Bazı ağrı kesicilerin, antibiyotiklerin, grip ilaçlarının içerisinde neredeyse 1000 mg’a kadar çıkabilen kafein oranları mevcut. Bu nedenle ilaç kullanan kişilerin kafein tüketimlerine ekstra dikkat etmeleri gerekebiliyor. Aynı zamanda enerji içeceklerinin içeriklerinde az miktarda kafein oranı gözükmesinin nedeni de guarana ve yerba mate gibi doğal kafein içeriklerinin etiketlerine yansımamaları olabiliyor. 

Tüm bu verilere bakıldığında günlük 700 mg’ın üzerinde kafein tüketen kişilerde, kafein yoksulluğunda halsizlik, baş ağrısı, konsantrasyon bozuklukları, sersemlik gibi bağımlılık belirtileri ortaya çıkabilir. Bu belirtilerin önüne geçmek adına kafein alımınızı günlük 3-4 fincan kahve ya da 5-6 bardak çay ile sınırlandırabilir, kafein kaynakları yerine bitki çayı, maden suyu gibi alternatifleri tüketebilirsiniz.